legen...
Aşk bu, karşılıksız sevgi... Benim bu spora hissettiğim şey bu galiba...
Öğrenciyken uğruna okulu asmak, sınavlara çalışmamak, ödevleri yapmamak. İşsizken hayatının akan her dakikasını ona ayırmak. Çalışıyorken uykudan yemek, işte esnemek patrondan, şeften gizli makaleler okumak, maçlar izlemek...
Oyuncuları, oyunu daha iyi anlayabilmek için tenisi öğrenmeye çabalamak. Toplara vurdukça desteklediği tenisçinin ne hissettiğini merak ettiği için tenis öğrenmek.
Bunları yaptım.
Yerel saatleri ezberledim, en azından ezberlemeye çalıştım, yatmadan önce alarmı 02.58'e kurduğum geceler oldu. Bazen üç saat uykuyla bazen hiç uyumadan işe gittim.
Bir hafta Fransa saatine göre, diğer hafta Pekin saatine göre yaşamaya çalıştım. Sporcularla birlikte, durduğum yerde jet-lag oldum. Etrafa aptal bakışlar fırlattım.
Bir aşamaya geldi, tenisçilerin boylarını farkında olmadan ezberlediğimi, kimin kimle çıktığını, kimin ne yapmaktan hoşlandığını bildiğimi fark ettim.
Kışın soğuğunda, gecenin dördünde üşümemek için yorganın altına girip, uyumamak için yataktan çıktığım ve bu ikisini aynı anda yapmayı başardığım zamanlar da oldu; 40 derece güneşin altında, amele yanıklarım ve elimde laptop ile korttan toplantı odasına röportaj peşinde koştuğum da...
Hayatımda gördüğüm en güzel puanları izlerken evdekiler uyanmasın diye bağıramadığım da oldu, aldığı o muhteşem sayıdan sonra tribünden "Soraaanaaaa" diye bağırdığım da.
Mühendislik eğitimim boyunca okumadığım kadar makaleyi bir günde okudum. Diğer yazarlar ne yazıyor ne düşünüyorlar diye site site dolaştım. Ve bir noktaya geldi artık kendi düşüncelerim beynimden taşmaya başladı ve bir blog açtım.
İşsizken açtığım blog beni resmen hayata bağladı. İçeriği güncel tutmak için bütün günümü tenis sitelerinde, bloglarında yazı okuyarak, maç izleyerek geçirdim. Bunları işsizken yapmak o kadar kolay ki. Çünkü dünyanın bütün zamanına sahipsiniz.
Çalışan iseniz orada işler bulanıyor. Eğer mühendislik ya da spor ile ilgisiz bir iş yapsaydım eminim ki bu blog çoktan tarih olurdu. Çünkü ben tembel bir adamım. Ve sevmediğim işi yapmak zorunda bırakıldığımda sevdiğim işi dahi yapmaya isteğim kalmaz.
Şanslıyım. Emre Yazıcıol'un Franz Ferdinand'lık yaptığı ve kıvılcımı ateşlediği o günden sonra spor basınında kendime yer buldum. Eurosport'ta stajyerken de, Taraf'ta çalışırken de hep aşkla bu bloga da yazdım bir yandan.
İşim sporla ilgili olsa da gün içinde o kadar çok metin yazıyorum ki artık buraya ayıracak kelimelerim kalmıyor. Bazen aynı haberi hem yorum katmadan resmi bir dilde gazeteye/siteye hem de yorumlayarak/taraf tutarak, sulu bir dille bloga yazıyorum.
Bu benim hobim. Ve zevk aldığım sürece güzel şeyler çıkartabilirim burada. Buraya bazen görev bilincinde yazdığımı hissediyorum. Yazmak zorunda hissettiğim için yazıyorum. Yazmazsam tenisseverleri, okuyanları kaybedeceğimden korktuğum için yazıyorum. Ve ben o anlarda yazdıklarımı hiç sevmiyorum.
Az önce oturdum bu haftaki maçları, olayları yazayım diye başladım. Kelimeler düzgün şekilde sıralanmayı reddettiler. Bu direniş karşısında haklı olduklarına karar verdim. Yazarken zevk alamıyorsam biraz mola vermenin zamanı gelmiştir.
Tenisi ve sporu aynı derecede seviyorum ancak yorgunum. Bloga birazcık ara veriyorum. Kendimi iyi hissettiğim zaman burada olacağım. Wait for it!